Nerede kalmıştık? Les Invalides’e gidememiştik değil mi? Hem devam eden Paris Moda haftası sebebiyle hareketli bir bölge, hem yayılabilecek çimen bol, hem Paris’in en güzel köprüsü orada, hem de hoş bistrolar, restoranlar… biz de şöyle bir havayı solumak itiyoruz, ısrarımız boşuna değil.
Başa dönelim, güne önce Fransa’da son yılların en konuşulan moda dergilerinden birisi olan Paulette’in çekimlerinin olduğu stüdyoya giderek başladık. Neden derseniz, gururla söyleyebilirim ki, derginin kurucusu küçük kuzenim İrene, yani önceki yazıda bahsettiğim büyük kuzen Ayşegül’ün kızı. Yeni sayı çekimlerinin yoğunluğu dolayısıyla fazla görüşemediğimiz için arada derede çekimde yakaladık, biraz sohbet edip ayrıldık yanından ve alt katındaki marketten kendimize şarap alıp, evde hazırladığımız sandviçlerimizle karşıdaki parkta piknik yaptık.
Ardından, Pere Lachaise mezarlığına yürüyerek, bilumum dünyaya iz bırakan ruhu ziyaret ettik. Tabi ki başta Jim Morrison sonra da, La Fontaine’den Balzac’a, Yılmaz Güney’den Gilbert Becaud’ya bir sürü kişinin mezarını gördük. Hayranları Jim Morrisson’ın mezarı başında takıla takıla biraz harap etmişler artık dersem yanlış olmaz. Önceki iki gidişimde mezarın başına kadar gitmek mümkündü, şimdi ise artık çevresini bariyerle kapatmışlar, girilemiyor. Yine de çiçekler, whisky şişeleri, vs. durduğuna göre, arada birileri hala sızıyor olsa gerek. Edith Piaf’a halimiz kalmadı ama son gittiğimden bu yana bir değişiklik olarak Ahmet Kaya’nın mezarını görebildim -ki zaten kaçırmak neredeyse imkansız, ana kapıdan çıkan yolun hemen üzerinde.
Nihayet günün sonunda, Les Invalides’e ve Angela-A filmini izleyenlerin meleğin kendini köprüden atmaya çalışırkenki sahneden hatırlayacağı Alexandre III köprüsüne doğru yol aldık. Bu sefer kimse metro kaçırmadı, yanlış trenlere binmedi ve kolaylıkla ulaştık. Biraz çıplak ayakla çimlerde enerjimizi boşalttıktan, biraz da köprüde ileri geri yürüdükten sonra, acıktığımız için, köprünün altınadaki mekanlara doğru ilerledik. Maalesef hepsi hınca hınç doluydu. Özellikle Rose a Bonheur ile ilgili bir sürü insandan tavsiye almış olmamıza rağmen, orası iyice çılgınlık seviyesinde doluydu. Güzel Parisien kızlar/erkekler görmek açısından güzel bir gezinti olduysa da, çok sıcak ve çok yürüdüğümüz bir günün sonunda ayakta takılacak halimiz kalmadığından, başka yer bakmaya başladık. Foursquare’den bulduğumuz Champs Elysees yakınlarındaki bir bistroyu hedeflemiştik ama onun yerine, hemen yanındaki Thai restoranına attık kendimizi. Tek kelimeyle mükemmel, tadı damağımızda kalan bir curry yedik ve sonuç olarak bu sebeple seyahatin devamında da hep benzer tadı aradık.
Burada bir parantez açarak Fransa’daki su problematiğine dikkat çekmek istiyorum. Musluk suyunun içilebilmesi büyük nimet tabi. Ama sonuçta dışarıdayken her zaman mümkün olmuyor ve ister istemez su satın alıyorsun. Hiç bir marka mı lezzetli olmaz? Evian ve Vittel zaten bence pazarlama harikası, çünkü benim ve tanıdığım çoğu insanın ağız tadına göre en kötüsü o ikisi. Biraz daha iyi olanlar var. Bir dönem bizim Belçika’dayken de içtiğimiz Spa bulunuyordu Fransa’da, ki gerçekten çok lezzetlidir, bu sefer karşılaşamadım. Musluk suyu demişken o lezzetli mi? Hayır tabi, hele ki soğuk değilken, ama bir ülkenin musluktan akan suyunun içilebilmesi önemli gelişmişlik ve insanilik göstergelerinden biri.
Ertesi günü olduğu gibi Louvre müzesine ayırmıştık. Ben açıkçası her zaman önündeki sıradan caydığım için, çok seneler önce sadece bir defa gitmiş, diğer seferler hep niyetlenip hep de vazgeçmiştim. Halbuki biletleri internetten alınca iş çok kolaylaşıyormuş. Tek problem gideceğiniz saate doğru şekilde karar vermek, çünkü internet bilet alındığında, hangi saate alındıysa o saat ve sonrası yarım saatte gidilebiliyor. Eğer daha geç girmek isterseniz biletin geçerliliği sürse de herkesle aynı sırayı beklemek zorunda kalıyorsunuz ve o zaman anlamı kalmıyor. Biz 11’e almıştık, 10 geçe de orada olmayı başardık ve metrelerce devam eden sırada hiç beklemeden doğrudan girdik. Bu arada biletin basılması gerektiğiyle ilgili internette yazılanlara bakmayın, telefondan da gösterseniz oluyor.
Louvre tabi ki ününü hak eden bir müze. Gerçekten çok güzel eserler, “o tarihte bu rengi nerden buldun?” dedirten tablolar ve en önemlisi oturup sıkılmadan günlerce bakabileceğiniz heykellerle dolu. Hiç bir şey görmeyecekseniz heykelleri görmeye değer. Mona Lisa demiyorum bakın, heykeller! Mona Lisa’ya gelecek olursak, tabi ki Louvre’un göz bebeği, haklı sebepler de var ki her şeyi geçtim, bir Leonardo da Vinci eseri olması yeterli bir sebep, fakat ayrımın bu kadarı da fazla yani. Eğer hatıralarım beni yanıltmıyorsa, eskiden de bütün salonlardan yönlendirmelerle Mona Lisa’nın olduğu salon gösterilirdi vs… ama bu kadar tek başına koca bir duvara koyup, odadaki diğer çok da önemli eserleri gölgede bırakacak kadar abartılmamıştı sanki durum. 77X53 boyutundaki tablo koca bir duvarda tek başına duruyor ve önünde yaklaşık bir kasaba nüfusu kadar insan. Çok enteresan bir görüntü oluşturduğu kesin.
Tüm günü Louvre’da geçirdik. Bitirebildik mi? Tabi ki hayır ama oldukça da güzel gezdik. Akşam eve Ayşegül Abla’nın güzel yemeklerini yemek üzere döndük. Bu arada yolda giderken Les Invalides’de (evet yine!) güzel bir ışık ve ses gösterisi olduğunu görmüştük. Yemekte bahsedince, Togan’ın da ilgisini çekti ve yemekten sonra oraya gitmeye karar verdik. Ben ilk kez geçen sene Vivid Sydney sırasında, binalara üç boyutlu ışıklandırmalarla ne kadar harika şeyler yapılabildiğini görmüştüm. Hotel National des Invalides (kısa adıyla Les Invalides) daha çok Fransa’nın askeri tarihiyle ilgili bir bina. Aynı zamanda Napolyon’un mezarının bulunduğu yer. Bu sebeple gösteri de daha çok Fransa tarihi ve özellikle askeri yönüyle ilgiliydi. Sonlara doğru fazlasıyla “vatan, millet, Normandiya” havasına büründüyse de, esas hedef kitle Fransızlar olduğu için çok da yadırgamamak gerek herhalde. Bütünüyle keyifli ve göze hitap eden bir gösteriydi.
Ertesi gün büyük gündü. Yani Guns n’ Roses konserinin olduğu gün. Ben geçen sene Coachella’dan beri tekrar izlemeyi çok istiyordum, İrem ise büyük hayranı, izleyeceği ilk stadyum konseri olacak ve biz Golden Ring’deyiz. Heyecan dorukta yani!
Evden öğlen gibi Togan’la beraber çıktık. Biraz Marais’de gezinip Yahudi mahallesinde önce birer bira içtik. Sonra yine o önceki yazıda bahsettiğim süper fallafelcide fallafel yedik ve biz oradan Stade de France’a doğru metroyla yol aldık.
Stad konserinde saha içinde en önde olmak gibisi yok. Her konsere böyle gitmek imkansız ama önem verilenler için değiyor. Gerilerdeyken sahneyi zar zor görüp, daha ziyade ekranları takip ederken, önde neredeyse elini uzatsan tutacaksın. Tabi önün de önü var ama ben çok uzun yıllardır, o en en öne geçmedim. Çünkü müthiş sıkışık, herkes birbirini eziyor, nefes alınmıyor, hava zaten aşırı sıcak, vs. Tabi bunları İrem’e anlatsam da anlamayacağını bildiğim için, önlere geçmek istediğinde fazla da diretmeden ”sen git sonra buluşuruz” dedim. Baştan iyi gibiydi ama konser başlayınca benim anlatmak istediklerimi kendisi bizzat yaşamış olarak bir kaç parça sonra geri geldi. Ama bu arada oradaki sıkıntının ödülü olarak da harika pozlar çekmiş olarak döndü. Sonuçta konser yine muhteşemdi, günlerce üzerine konuşmaktan sıkılmadığımız bir gece yaşadık. Tahminen Guns n' Roses şu anda tarihinin en iyi performanslarını gösterdiği dönemi yaşıyor. 20 sene bekleyip aniden kendilerini burada bulmaları çok enteresan geliyor bana hala. Birbirlerine vermek zorunda kaldıkları tavizler var mı bilmiyorum. En azından Axl’dan “sahneye geç çıkmak yok” sözü alınmış gibi gözüküyor, çünkü neredeyse saniye bazında dakikler. Her nasıl anlaştılarsa anlaştılar, kesinlikle karşılığını alıyorlar. Bütün Avrupa’yı ağzına kadar dolu stadlarla dolaştılar. Bizimkinde 80 bin kişi varmış mesela! Kuzey ve Güney Amerika’da da durum çok farklı değil keza.
Ertesi sabah, üzerimizde bir gece önceden kalan tatlı yorgunlukla ve bir taraftan “bu gerçek miydi hakkaten?” diye düşünüp bir taraftan bitmesine üzülürken hazırlanmamız gerekiyordu. O gün hem Togan San Francisco’ya dönecek hem de biz trenle Berlin’e geçecektik onun için Irene ve Togan bir aile kahvaltısı planlamıştı. Hep beraber bilumum nefis Fransız hamur işleri eşliğinde güzel bir brunch yaptık. Togan havaalanına, Irene ise işlerinin başına döndükten sonra, Ayşegül Abla’nın da yardımıyla, İrem’in adeta bir konfeti kutusu gibi patlamış olan sırt çantasını tekrar doldurma macerasına giriştik.Bu konuyu ilerleyen yazılarda ayrıca ele alacağım: backpack işi hiç benlik değil, uzun seyahatlerde bile. Sanırım şu an İrem de benimle benzer fikri paylaşıyor… Tekerlek iyi bir icat :)
Son olarak, Ayşegül abla ile beraber veda şampanyamızı içtik, yol için “gurme” sandviçlerimizi hazırladık ve Berlin trenine binmek üzere Gare du Nord’a doğru yol adık.