Demek ki bir millet yılmayıp çalışınca ortaya bu çıkıyormuş. Hakikaten en içten dileklerimle tebrik ederim.
Hani biz 10 yılda 15 milyon genç yaratmıştık ya… hah işte biz onları n’aptık sonuçta bilemiyorum tam olarak ama bizim o “15 milyonu yarattığımız” seneden tam 12 sene sonra Japonya iki defa atom bombasına maruz kalmış. Savaş ekonomiyi yerle bir etmiş. Sonra 50’lerin sonu 60’ların başından başlayıp durmadan çalışmışlar ve bugün deli gibi teknoloji üreten, her konuda onlarca dünya lideri marka yaratmış, süper zengin bir ülke halini almışlar. Aynı dönemde biz; o benim saçımı çekti, öbürü kolumu ısırdı, dur dün sen bana çelme takmıştın, o zaman ben de seni duvardan aşağı iteyim demişiz. Sonuçta bugün, “buraya bir beton yığını daha dikemezsek ekonomi çöker” ile dünyanın kıskandığı, yabancıların çekemediği bir ülke olmuşuz.
Küba’dan Japonya’ya geçmek hem uzun uçuş saati, hem büyük saat farkı hem de ciddi kültür şoku yaratan bir kararmış, uygularken farkettim. Zaten yolun bu kısmınından bahsederken anlattığım bir çok insanın gözleri büyüyordu. Ama ben bu rotadan memnunum yine de.
Uçaktan inip pasaporttan geçmeden önce vücut ısısının ölçüldüğü bir karantina bölümünden geçiliyor. Ateşin varsa, hemen kenara alıp sormaya başlıyorlar; nedir, ne değildir, nerden geliyorsun, neden ateşin var vs. Aksi gibi benim de boğazım şişmiş ve yeni nezle atlatmış durumdaydım o sırada. Neyse ki ateşim yokmuş ve problemsizce giriş yaptım ülkeye.
Küba yazılarını okuduysanız gürültülü bir yerden geliyor olduğumu hatırlarsınız. Bavulumu aldım, çıkış kapısından çıktım… ses yok! Bir kaç dakika afalladım. Herkes minicik seslerle konuşuyor, zaten zorunlu olmayan da pek konuşmuyor. Komik gelebilir ama havaalanının gelen yolcu salonunda 2 saate yakın zaman geçirdim. O kadar huzurlu geldi ki, ya dışarıda durum farklıysa diye ayrılamadım.
Havaalanına iner inmez ilk karşılaşılan şeylerden bir tanesi tuvaletler… tek başına bir yazının konusu olabilecek kadar çok şey söyleyebilirim bu konuda ama en özet hali şu: bir japon, kendi ülkesinin dışındayken nasıl tuvalete gidebiliyor bilmiyorum. Sokaklardaki umumi tuvaletler de dahil, hepsi çok temiz ve kullanım kılavuzu gerektirebilecek kadar teknolojik.
Kendimden yola çıkarak genelleme yapmayı sevmem ama bir çok insanla konuştuğumda da benzer şeyler duyduğum için küçük çaplı yapacağım. Tabi hepimiz farkındayız ki Japonya teknolojide falan çok gelişmiş bir ülke ama tam anlamıyla da “fiuu” Japonya diyebilen az. Daha çok böyle “ay canııım ne şirinler” gibi bir fikir var kafamızda da, öyle süper güçler gibi bir yargı yok mesela. Bir çok insan “bilmem ki Japonya hiç de ilgimi çekmedi bugüne kadar” diyor ki buna ben de dahildim. Halbuki New York için yanıp tutuşurken, Tokyo için aynı tutkulu isteği yaşamamanın hiç bir mantıklı açıklaması yok gerçekte.
İşte bunlara bir son vermek istiyorum. Resmi olarak dünyanın üçüncü en büyük ekonomisi ama benim iddiam, Japonya’nın dünyanın en gelişmiş ülkesi olduğu. Sadece teknoloji veya insanlarına sağladığı imkanlar açısından değil; satın alma gücü, hijyen, lezzet ve en önemlisi insanlık açısından. İnsan hayatını tehlikeye sokabilecek her şeye önlem alınmış ve alınmaya devam ediliyor. Her türlü acil durum planı, kriz senaryosu hazır. Her şeye bir sistem kurulmuş ve tıkır tıkır işliyor. Dünyadaki en güvenli yerlerden biri. Kimse çalmıyor, kimse kimseyi öldürmüyor… tek sorunları arada kendilerini öldürüyor olmaları sıkça. Birbirlerine saygı hat safhada, nezaket ve yumuşaklık her yere hakim.
Japonlar, estetik kaygı taşıyan Almanlar adeta, ki ekonomik güçleri onlardan büyük. Çalışkanlar, yaptıkları işlerde güvenlik ve hatasızlık ön planda, çok kaliteli üretim yapıyorlar. Ama bunun yanında yumuşaklar ve zevk sahibiler.
Peki neden bizim aklımızda bir süper güç olarak yer etmiyorlar? Çünkü bence aşırı mütevaziler de ondan. Biraz snob davranıp burunlarından kıl aldırmasalar, mesela en basitinden ülkelerine girerken vize isteseler, o zaman görürdüm sizi. Siz hiç alçak gönüllü rock star gördünüz mü? Onun gibi bir şey.
Aşırı refahtalar, yani olamaz böyle bir şey. İşsizlik oranı %4, böyle saçma şey mi olur? Gelişmiş ülkelerin çoğunda görmeyi kanıksadığımız evsizler burada yok. Dünyayı tek bir pazar yeri diye düşünüp tüm ülkelerdeki ürünleri, o ülkelerdeki fiyatlarıyla bir tezgaha dizdiğinizi düşünün. Hah, işte Japonlar için o malların çoğu çerez parasına falan satılıyor. Ülkede Louis Vuitton, H&M muamelesi görüyor, her köşe başına açmışlar bir tane. Tamam gözünüzün önüne gelsin diye birazcık abartarak anlatıyorum ama sadece azıcık abartıyorum.
Bu anlattığım ülke ucuz olabilir mi? Tabi ki olamaz… FAKAT, eğer belirli bir bütçede hareket eden biriyseniz, rahatlıkla o bütçede kalabiliyorsunuz yine de. Çünkü marketler hazır ve günlük yemek dolu. Büyük mağazaların en alt katları zaten yemek cenneti. Zorlayan tek şey seçmek, yoksa rahatlıkla 4.5-5 USD’a iyi ve dengeli bir öğün yemek mümkün. Kobe beef, Shabushabu veya “donat evladım masayı” gibi lükslere girilmezse, restoranlarda makul fiyatlı öğünler 7-10-15 USD’lar civarında yenebiliyor, ne yendiğine de bağlı olarak.
Tek sıkıntı, hesap yapmayı boşladığın anda ipin ucunun çok rahat kaçabileceği bir yer olması. Bu söylediğim sadece yemek konusunda geçerli değil. Japonya insanı alışveriş konusunda ciddi şekilde dürtüyor. Gerçekten çok güzel şeyler, müthiş sade ve temiz tasarımlar var. Klasik japon desenleri ve geleneksel japon ıvır zıvırları dışında, modern eşyalar satan dükkanlarda da insanın hakkaten dibi düşüyor. Özellikle minimalist tasarımlara meraklıysanız hiç şansınız yok. Bazen bazı şeyler beklenmedik derecede ucuz da olabiliyor. Bunlardan özellikle “made in Japan” olanları yakalamak iyi oluyor. Eğer kırtasiye, kağıt, kalem, paket kağıdı, vb şeylere merakınız varsa, demir gibi bir iradeniz olması gerek, yoksa kendinizi kaybetmeniz işten bile değil! Yani kısacası evet pahalı olabilen bir yer ama babamın sevdiği deyimle belirtmek gerekirse "best value money can buy". Yani ödediğin paranın karşılığını alıyorsun, o yüzden de için ferah.
Bahşiş diye bir şey yok ülkede. İstediğinde bile bırakman çok zor. İstisnai olarak bazı yerlerde bir tip box olabiliyor ama oralarda da bir zorunluluk yok. Bahşiş bırakıyorsun masaya, arkandan falan getiriyorlar, o derece aşina değiller olaya. Üst üste bahşişsiz adım atamadığın yerlerde gezdikten sonra buna alışmak bayağı bir zaman alıyor.
Turistler için bazı şeyler daha ucuz. Bunu anlattığımda annem "Küba'nın tersi yani" demişti, aynen öyle. Mesela 3 günlük ulaşım kartı ve sınırsız tren ulaşımı sağlayan Japan Rail Pass var, bunları sadece turistler alabiliyor. Hatta JR Pass ülke içinden alınamıyor bile, önden ısmarlamak gerekiyor ve Fransa üzerinden gönderiliyor. Muhtemelen Turizm ofisi “yazık be bu turistlere, fakirler iki medeniyet görsünler, ucuza binsinler şurda iki üç gün n’olcak” diyerek bunları dolaşıma sokmuş diye düşünüyorum. Bu kart Japonya’nın büyük bir kısmını görebilmek için harika bir imkan sağlıyor. Trenler dünyanın en hızlıları, yüzlerce kilometre yolu bir kaç saatte gidiyorlar. Yollardaki manzaralar anlatmakla bitiremeyeceğim güzellikteler. Yanınıza kitap falan almayın sadece pencereden dışarısını seyredin. Trenlerin içleri de müthiş konforlu. Her bir koltuğun arasında iki bacak mesafesi kadar yer var, ne bacakları uzatmak ne de koltuğu yatırmak dert değil.
Daha önce gidenlerden dinlediğimde de, oraya gidince de beni şaşırtan şeylerden biri az kişinin İngilizce biliyor olması. Ondan da öte, bir çoğunun üzerine bıçakla yürüseniz, muhtemelen İngilizce konuştuğunuzda yaşadıkları paniğin daha azını yaşarlar. Aslında genel olarak buna da bir sistem kurmuşlar. Bir kere hemen hemen her şey çift dilde yazılı, otobüs duraklarından yol tabelalarına kadar. Metro ve otobüslerde tüm anonslar Japonca ve İngilizce yapılıyor. Özellikle mağaza ve restoranlarda hazırlanmış olan resimli kartlar var. İngilizce konuşmak gerekince bunu çıkarıveriyorlar, ordan gösteriyorsun. Ardından da mimikler jestler derken anlaşıyorsun bir şekilde. Çok komplike bir durum yokken herkesi idare edebilecek iletişim sağlanıyor.
Burcu gitmeden uyarmış ve “Lost in Translation boşuna Japonya’da çekilmedi, iletişim çok karışabilir bazen" demişti. Haklıymış, bir şekilde daha detaylı bir şey anlatman gerektiğinde işler sarpa sarıyor. Örneğin Tokyo Disney Sea’de akşam bir restoranda yemek yemek istedim. Aslında her şeyin çok basit olması gerekiyordu. Sıraya girdim, bir sürü yemek zaten sergilenmiş durumda, sadece “bunu istiyorum” diye işaret edip yiyeceğim. Zaten sıra kovalamaktan yorgun ve açım… Ben mantarlı makarnayı işaret ettim, fakat farklı anlamlarda kullandığımız bir jestten midir nedir hala anlayamadığım şekilde, servis yapan çocuk önce “why?” diye sordu. Ben zaten ona şaşırmış ve “mantarlı makarna yemek için bir sebebim mi olması gerek?” diye düşünürken İngilizce kartlarını çıkarıverdi ortaya. Üstünde sevmiyorum / alerjim var falan gibi seçenekler var. O anda anladım ki mantarlı olmasın diyorum olarak anlaşılmış konu. Ben de tabi “yok yok mantarlı istiyorum” demeye çalıştım ama bu söylediğim karşı tarafa daha çok “mantarı koklarsam bile ölebilirim” gibi bir şekilde iletildi. Makarnayı da kolay anlaşırız diye seçmiştim aslında. “Bu böyle olmayacak bari başka makarna göstereyim” dedim kendi kendime ama restoranda bir koşuşturma başladı. Herkes daha iyi İngilizce konuştuğunu düşündüğü birini dürtüyor, o benle konuşmaya çalışıyor ve (anlayabildiğim kadarıyla) gösterdiğim herhangi bir makarnanın içinde mantar olup olmadığı araştırılıyor. Sonunda mutfaktan gerekli teyit ve onayları alan mantarsız bir makarna önüme geldi de o akşam da öylece doydum. Hala düşününce gülüyorum.
Daha önce herhangi bir yerde hissetmediğim bir sürü şey hissettirdi burası bana. Ruhumun okşandığını, hislerimin inceldiğini, hareketlerime bir zerafet geldiğini ve yavaşaladığımı farkettim. İster istemez karşındaki kişi seninle yumuşacık bir tonla ve inanılmaz bir saygı ile konuşunca sen de onu aynalamaya başlıyorsun. Hiç bir şey büyük hareketlerle ve kocaman kocaman yapılmıyor. Biri ot topluyorsa avuç avuç toplamıyor, tek tek topluyor. Yerleri süpüren adam her bir kareyi tek tek süpürüyor, hakikaten abartmıyorum. Normal şartlarda yavaşlık beni deli eden bir şeydir ama bu öyle değil. Kimsenin bir şeyi ağırdan alarak yaptığını düşündürmüyor, özenli yapıldığını hissettiriyor daha çok. Bir şifacı gibi şifa verdi bana, ruhuma masaj yaptı adeta bu güzel ada ve insanları.
Tek başına seyahat etmenin keyifli olduğu yerlerden biri Japonya. Yapacak çok şey, ilgilenecek çok ıncık cıncık ve oldukça çeşitli ilgi alanlarını kapsayabilecek bir yelpaze var. Dolayısıyla grup olarak gezmek sıkıntı bile yaratabilir bir noktada. Hazır gitmişken Tokyo ile sınırlı kalmadım ve bir kaç şehri daha gezdim tabi, o JR Pass boşuna alınmadı.
Şehirlerle ilgili izlenimlerimi ve kalan kısa bir kaç notumu da bir sonraki yazıda paylaşacağım.