top of page
Writer's picturenkutluk

Büyülü New Orleans



Bundan yaklaşık 15 sene önce Parfümün Dansı adlı kitabı okumuştum.

O zamandan beri New Orleans’ı -ya da lokal söylemiyle NOLA'yı- hep görmek istemişimdir. Esasen hayalim Mardi Gras zamanında gitmekti ama seyahatimin tarihleri maalesef, yaklaşık bir buçuk ayla, o zamanı ıskaladı.

Kafamda uzunca bir süredir yaşattığım bir hayal vardı. Fakat New Orleans hayallerimin ötesine geçti. Beni adeta büyüledi.

Önceki yazıda bahsetmiştim, daha havaalanından itibaren titreşimi hissetmeye başlamıştım. Hislerim beni yanıltmamış. Son derece nevi şahsına münhasır bir şehir, insanlar aşırı yetenekli, dükkanlarda satılan şeyler herhangi bir şehirde gördüklerimizden farklı, şehrin mimarisi bir harika, yaşayanlar rahat, günlük hayat bir festivalmiş gibi.

Geç vakitte ulaştığım ve yol yorgunu olduğum için ilk gece direk yattım uyudum. Ertesi sabah uyanır uyanmaz NO Jazz Fest biletlerinin satıldığı yere yürümeye, bir taraftan da şehri tanımaya karar verdim. Daha kapıdan çıkar çıkmaz heyecanlanmaya başlamıştım. Evlerin şirinliğini görmeniz lazım. Böyle evlerin sadece masalsı anlatımların olduğu Hollywood filmlerine has olduğunu sanıyormuşum ama değilmiş. Bütün şehir bunlarla dolu.

Biletleri aldıktan sonra French Quarter oklarını takip ederek Sting’in meşhur parçasından da bildiğimiz Bourbon Street’e geldim. Daha sokağa girdiğim andan itibaren kafamı nereye çevireceğimi, neyi inceleyeceğimi şaşırdım. Gerçekten şehir oyuncak gibi. Hatta tam olarak tanımlamak gerekirse +18 bir lunapark veya Disneyland gibi. O evler, o balkonlar, ordan burdan yükselen caz müzik, sokak müzisyenleri, Bourbon Street üzerindeki çeşitli strip club benzeri yerler, Voodoo ve büyü dükkanları! İnsan kendini adeta Moulin Rouge filminin geçtiği dönemin Paris’inde hissediyor. Cazibesi de benzer, enteresandır pisliği de benzer.

Şöyle sıkıntılı bir durum var ki göze, kulağa hatta tad duyusuna çok hitap eden şehir merkezi, iş burna gelince hiç hitap etmiyor. Zamanımın tamamını French Quarter’da geçirmediysem tek sebebi korkunç kokan sokakları maalesef. Üzerinden 4-5 gün geçmesine rağmen halen şu anda burnumda. Hepsi değil ama bir köşeyi dönüyorsun ve karşılaşıyorsun o kokuyla. Buna rağmen mi sevdim? Cevap evet.

Legodan yapılmış gibi duran sokaklarda ilerlerken Royal Street adlı bir başka sokağa saptım. Karşıma çok güzel sanat eserleri, tasarım atölyeleri ve insanın aklını başından alabilecek türlü şeylerle dolu minik dükkanlar çıktı. Paris’i bilenler için Place des Vosges’a çok benzer bir yer. Dükkanlardaki ve galerilerdeki inceliğin, sanatın haddi hesabı yok. Biraz estetik duygusu olan birinin etkilenmemesi mümkün değil. Neyse ki alışveriş yapabilecek bir durumum yok, olsa yanmıştık!


French Quarter’ın sonunda French Market var. Üstü kapalı bir pazar yeri ve yine beni dürten envai çeşit incik boncuk, müzik ve caz ile alakalı ıvır zıvır… tam benlik. Eğer gidecek olursanız, buraya uğramadan önce alışveriş yapmayın. Hem daha ucuz hem de yer yer pazarlık yapmak mümkün oluyor.

Amerikalılar kısaltmalara pek meraklılar, belki bilirsiniz. New Orleans - Louisiana’nın kısaltması olarak da NOLA kullanılıyor. Burası “Avrupa’nın en doğusu ve Karayiplerin en kuzeyi” olarak tanımlanmış. Daha doğru bir tanım da olamazdı herhalde. Bu ikisinin Amerika’da harmanlanmış versiyonunu düşününmeye çalışın bir. Bir defa kurallar hiç de Kaliforniya gibi işlemiyor. Örneğin sokakta içki içmek serbest. Hatta mesela bira veya bir kokteyl istiyorsun, “to go?” diye soruyorlar, yani “paket mi yapayım burada mı içeceksin”? :) Biraz da bu sebeple hemen hemen her yerde her içki plastik bardakta geliyor, cam olması için özel belirtmek gerekiyor. Bu kısmı belki damak zevki olanlar için hoş değil ama bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor, çünkü yemeğin bittiğinde bardağını alıp sokağa çıkabiliyorsun. Sokakta izin olmayan tek şey ise cam şişe veya bardak.

Louisiana, Tabasco’nun memleketi ve bunun içkiye yansıması da muhteşem Bloody Mary’ler olmuş. Ben ve çok sevdiğim arkadaşım Hakan, pek düşkünüzdür bu güzel kokteyle, onun için her içtiğimde kendisini anmadan edemedim New Orleans boyunca. Bir sürü farklı versiyonunu bulmak mümkün. Hatta son gün yemek yediğim yerde Bloody Mary istediğimde, önüme çoktan seçmeli bir liste geldi. “Bunun ikinci bölümü salata için herhalde değil mi?” diye sordum, hayırmış, hepsi kokteyle eklenebilecek seçeneklermiş. Şöyle söyleyeyim; jambon, roquefort falan var listede.

Yoldan geçerken gördüğün bir masaya oturup harika bir Daiquiri veya Bloody Mary yudumlayıp bayağı iyi kalite caz dinleyebildiğin bir yer NOLA. Ama bakarsan oturduğun yer bir büfe, elindeki bir plastik bardak… o kadar gündelik ve o kadar saçma geliyor ki. Bolca karides ve kerevit tüketmek mümkün. Bunun yanında tercih edenler için timsah eti de buranın en popüler yiyecekleri arasında. Ben tercih etmedim.

Şehir merkezinden biraz daha uzaklaşayım ve Midtown denen yerde neler var bir göreyim dedim, o bölüme de ayrı hayran oldum. Kocaman güzel parklar, yine çok güzel evler, Foursquare tavsiyeleri üzerine gittiğim tatlı kafeler… Adeta şehrin bir tarafı Brüksel, bir tarafı Burlesque Pariş, bir tarafı metropol, diğer tarafı karayipler. Şeytan diyor tası tarağı topla yerleş NOLA’ya.

Toplu taşıma dünyanın en iyisi denemez. Ama şehir merkezine yakın, mesela benim kaldığım Garden District’te veya Midtown’da kalıyorsan Streetcar denen tramway’lar gayet yeterli. Çok yavaşlar, hatta öyle ki koşu yapan insanlar, tramway rayları üzerinden koşuyor, karşıdan görünce kenara çekiliyor. Ama şirinler ve hoş bir hat üzerinden ilerliyorlar. Otobüsleri de caz festivaline giderken deneyimledim, onlar da gayet iyiler. İki sorun var, birincisi ne zaman geleceklerine dair bir çizelge veya bilgi yok, ikincisi de havaalanına giden bir toplu taşıma yok. Ama globalleşmenin en güzel getirilerinden biri olan Uber var :)

Hava gündüzleri çok sıcak ve İstanbul’u aratmayacak kadar nemli. %70 nem oranları gördüm. Los Angeles’ta bir hafta boyunca günün üçte birinde titredikten sonra (çok saçma geliyor biliyorum), New Orleans iyi geldi. Akşama doğru hafif bir serinlik oluyor, onun için güneş battıktan sonra dışarda olunacaksa kalın bir şey bulundurmakta fayda var.

Hava karardıktan sonra, şehrin yerleşik insanlarının da rağbet ettiği yer Frenchmen street. Caz festivali sonrası after party için adres gösterilen yer de burası. Bir çok canlı caz olan mekan var ama en çok tavsiye edilen, bana da Mısır’da tanıştığımız Kanadalı Tod tarafından önerilen yer, The Spotted Cat. 5USD karşılığı giriliyor, içeride en az 1 içki içmek de zorunlu oluyor. Caz mekanları genellikle öğleden sonra 2 gibi programlarına başlıyorlar, ikinci setler 5, üçüncüler 7 gibi oluyor, sonra da gece boyunca devam ediyor.

NOLA’daki son iki günümde NO Jazz Fest’te olacak şekilde plan yapmıştım. İlk gün hevesle erkenden gittim. Fakat o kadar fazla insanın gittiği bir yer ki pişman oldum. Hava cehennem sıcağı, bırak oturmayı adım atacak yer bulmakta zorlanıyorsun, bir şey yiyecek içecek olsan deli gibi sıralar var, bir de içince sonrası var, tuvaletlerin önü de çılgınca kalabalık.

Birinci günün sonunda gerçekten o kadar bezmiştim ki “şu Pearl Jam çıkacaksa çıksın, biraz dinlerim ve sonra giderim” diyecek noktaya geldim. Fakat bir başladılar ki sonraki 2.5 saatin nasıl geçtiğini anlamadım. Benim ilk PJ konserim. Daha önce izlediğim belgesellerinden Eddie Veder’ın enerjisinin yüksekliğini de biliyorum ama bu kadar bezmişlik sonrası beni bu derece konserin içine dahil etmesini beklemiyordum doğrusu. Alandan çıkarken çok yorgun ama çok keyifli bir şekilde çıktım. Çıkışta otobüs duraklarına kadar yol boyunca yine bolca müzik, caz ve ritm vardı.


Ertesi gün biraz daha akıllanmış olarak, akşama doğru gittim. Önce saat 4’teki Herbie Hancock’u yakalarım diye düşünüyordum, fakat gidince anladım ki buna imkan ihtimal yok. Konser verdiği çadır dışarıya taşmış ve en az içerideki kadar insan var. Bunun üzerine ana sahneye gidip Red Hot Chilli Peppers’ı beklemeye başladım. Önceki günden çok daha iyi durumdaydım çünkü hem dinlenmiş hem de yeni gelmiştim. Fakat maalesef konserle ilgili en yakın tanımım “ooeeh” olur. Yani iletişim mi eksik, farklı bir enerji seviyesi mi neden kaynaklanıyor bilmiyorum. Şahsi olarak RHCP’ın PJ’e göre daha fazla dinleyicisiyim, daha çok şarkısını biliyorum, bana bir tık daha hitap ediyor. Ama iş sahneye gelince çok heyecanlandım diyemiyorum. Yerimden mi kaynaklanıyordu diyeceğim ama İstanbul’da sahne önünde izlediğimde yine unutulmayan bir konser yaşatmamıştı doğrusu.

Caz festivali sonraki hafta da devam ediyordu ve Stevie Wonder, Neil Young gibi daha bir çok isim katılacaktı. Ama benim günlerim maalesef ikinci haftayı yakalamaya yeterli değildi. Festival’den çıktıktan sonra kendimi yeniden Frenchmen Street’e attım, biraz daha caza boğuldum. Ardından, her yerinden müzik akan, ilham verici bu güzel şehir aklımda kala kala odama döndüm, eşyalarımı alıp havaalanına geçtim.

Not: Resimler için lütfen fotoğraflar sayfasına bakın, zira şu anda burası Küba ve burdan internet ile ilgili her şey inanılmaz zor. :/

49 views0 comments

Recent Posts

See All
bottom of page